Harekete Geç!

Tahammül etmekte en zorlandığım kişiler, hayat oyununda genelde saha kenarında durup, çabalayan oyuncuları acımasızca eleştirenlerdir. Kendileri neredeyse hiçbir şey yapmazlar ama hiç kimseyi de beğenmezler.

Hareketsiz ve gerçekte çaresizdirler ama bunun bile farkında değildirler! Hareket edenlerin yanlışlarını ve eksiklerini bulmaya çalışırlar. Eee, ne demişler arayan bulur. Belki eleştirecek bir şeyler bulurlar ama hiçbir zaman hareket edenler kadar mutlu olamazlar.

Harekete geçen önündeki bütün engellere rağmen güçlüdür, en azından sahaya çıkacak cesareti göstermiştir. Elinden gelenin en iyisini yapar. Bazen düşer ama hep kalkar ve devam eder.

Bir gün saha kenarına baktığında onu eleştirenleri göremez çünkü çok geride kalmışlardır. Aslında onların yerini yenileri almıştır ama hikaye aynıdır, onlarda zamanla yok olup gideceklerdir, ciddiye almaya gerek yoktur.

Yıllardır kendisine gelen projeleri reddeden bir arkadaşım var. Bir projeye neden girilmeyeceğine dair bahaneler üretme konusunda uzmanlaşmıştı. Sonuç olarak yıllardır olduğun yerde duruyor. Geçenlerde tesadüfen görüştüğümüzde farkettim, o kadar atalete alışmış ki artık bahane bulmak için bile kendini yormuyor.


Ne olacak bu iyilerin hali ?

İki saatte iki kilometre ilerleyemediğiniz bir yoldasınız.  Emniyet şeridinden resmi bir görevi olmamasına rağmen hızla geçen araçların umursamaz hatta dalga geçer ifadeli şoförlerini görüyorsunuz.  Geçip  gidiyorlar ve trafik polisine yakalanmıyorlar. Bu ayan beyan adaletsizlik üzerine  ne düşünüyorsunuz?

Maaşınız henüz size ulaşmadan hiç eksiksiz vergisini öderken, yıllardır  vergi ödemediği için övünenleri görünce ne hissediyorsunuz?

İşinizin en iyilerinden biri olduğunuzu bilmenize rağmen, sırf çıkara dayalı kişisel ilişkileri olanların sizin almanız gereken işleri almasını ve ısrarla başarısız olmalarına rağmen iş kaybetmemelerini görmek sizi üzmüyor mu?

Çok sevdiğiniz ülkenizde yönetici pozisyonunda olanların yıllardır bir türlü çözemediği hatta büyüttüğü problemlere rağmen sorumlu tutulmadığı, hatta mantığını anlamakta zorlandığınız bağlantılarla ödüllendirildiğini izlemekten sıkılmadınız mı?

Yalancıların, yalakaların, terbiyesizlerin, hak yiyenlerin, insan ayıranların, etik kurallardan nasibini almayanların sizin hayal ettiğiniz hayatı yaşadıklarını gördükçe ben mi yanlış yapıyorum diye kendinizi sorgulamıyor musunuz?

Yukarıdaki örnekleri arttırmak mümkün ama sizi daha çok sinirlendirmeye veya moralinizi bozmaya niyetim yok. Sözü uzatmadan direk belirtmek isterim ki, sözü geçen durumların tamamında kendinizi kötü hissetmeniz ve ‘enayi’ yerine konduğunuzu düşünmeniz normal. ‘İyi insanlar’ diye tanımlanabilecek önemli bir bölümümüz, ‘iyi hissetme ile iyi hissetmeyeceği halde doğruyu yapma ikilemi’ içerisindeyiz. İçimiz sıkılsa da trafiğin açılmasını bekliyorsak, zarar etsek de kimsenin hakkını yemiyorsak, doğruyu söyleyip kayıplara uğruyorsak, yalakalık etmeyip güç çemberlerinin dışına atılıyorsak ve sonucunda geriliyorsak, başta iyi hissettirmese de doğru olanı seçiyoruz demektir.

Zaman zaman ezildiğinizi düşünüp, isyan bayrağını çektiğiniz olur mu? Yapmamanız gerektiğini bildiğiniz birçok davranışla ilgili sırf iyi hissetmek adına, ‘herkes yapıyor’ diyerek, kendinizi ikna etme ihtimaliniz olur mu? Kimsenin mükemmel olmadığını varsayarak, tabii ki bu durumlar olasılık dahilinde. ‘Çoğunluğa uyduğunuz’ bu dönemler sonrasında ne hissedersiniz? İçinde olduğunuza inandığınız ‘iyi insan’ kategorisinde bir değişiklik olur mu?

Böyle durumlar yaşıyor iseniz, kendinizi çok yıpratmamanızı öneririm. Değerleriniz ne kadar güçlü olursa olsun, yaşadığınız kaotik sosyal çevre, kronik stres ve gittikçe artan belirsizlik durumları herkesi olumsuz etkileyebilir. Bununla birlikte hayatın unutulmaması gereken en önemli özelliklerinden birinin umutlu olmanın hiç bir zararı olmadığıdır.  Tarih, zamanla yok olan veya etkisini yitiren olumsuz dönemlerle doludur. Ümidinizi kaybedip,  özünüzdeki ‘iyi insan’ı değiştirmenin uzun dönemde hem fiziksel  hem de ruhsal olarak iyi bir getirisi olacağı olasılığı oldukça düşüktür.

Gelin bizi huzura, mutluluğa, sakinliğe yani insan olmaya götüren hormonların yolunu açık tutalım. Değerlerimizi olduğu gibi bırakalım, kötüye dönüşüp pişman olmayalım. Yılmayalım, geri adım atmayalım, örnek olup ‘iyi insanların’ yaşadığı bir dünya için elimizden geleni yapalım.


Gerginiz Dostlarım

‘Son zamanlar yaptıklarıma bakma ne olursun, benim aklım başımda değil’… İlhan Şeşen ustanın ‘Ellerimde Çiçekler’ şarkısında aşktan gözü kararanlara ithaf ettiği bu dizeler, günümüzün karmaşık, belirsiz, çoğunlukla acıtan ve yakan gerçeklerinde  birçok kişinin ruh halini anlatmakta oldukça isabetli oluyor.

. İnsanın onsuz yaşayamadığı umut, nereye baksak bulunması çok zor olan hayalet orkide gibi, bazen görünüp bazen kayboluyor. Memlekette olup bitenleri dinlemesek duyarsız, dinlesek mutsuz olmayı seçiyoruz. Tünelin ucundaki ışık bile ilerledikçe yaklaşacağına adeta uzaklaşıyor. Uzun lafın kısası, çoğumuz fazlasıyla gerginiz dostlarım, hem de hiç olmadığımız kadar gergin.

Ruhumuz, hiç haz etmediği bir duygu olan çaresizlikle yüzleştikçe isyan ediyor. Bölündükçe, ayrıştıkça, paralandıkça kime ait olduğunu karıştırmaya başlıyor. ‘Özünde iyi olan bir insana mı, yoksa en ilkel içgüdüleriyle hareket eden bir yok ediciye mi aitim’ diye sorguluyor.

Güven duygusu yok oldukça temel içgüdüler devreye girmeye başlıyor. Biziz biriz düşüncesinin yerini sadece ve sadece ‘ben’ alıyor. Çaresizliğimiz arttıkça bizi biz yapan değerlerimiz de esnemeye başlıyor. Sözün özü, mikro makro, dört bir yandan krizin göbeğindeyiz.

Bu ülkenin evlatları olarak şimdiyi  ve geleceği kurtarmak adına üzerimize düşeni yapabilmek için yanıtları arıyoruz.

Böyle durumlarda özümüze dönüp, içimizdeki sesi dikkatle dinlemenin  iyi bir seçenek olduğunu gözlemliyorum. Üzerine inşa edildiğimiz, sağlam insani değerlerimizin bizi yarı yolda bırakmayacağını ümit ediyorum. Duygularımız ne kadar baskın olursa olsun, mantığımızın da devreye gireceğini ve ortak hareket edebileceklerini düşünüyorum.

Böyle tarihe geçecek dönemlerde ruh ve beden sağlımızı korumakla kalmayıp, hayatın sunduğu dersleri de alarak, eninde sonunda gelecek aydınlık günlere hazır olmaya çalışmanın bireysel ve toplumsal görevimiz olduğuna inanıyor ve hepimize bütün samimiyetimle kolaylıklar diliyorum.


Zorla değil, özüyle lider olabilmek

İnsanlığın gerçek liderlere ihtiyacı var, aksi halde gezegen yaşanmaz duruma gelebilir (bakınız dünya). İyi bir lider ortaya çıktığında, en küçük birimlerden en kalabalık topluluklara kadar kimsenin ‘istemeyiz’ demeyeceği aşikar. Bu durumda, işini bilen liderlerin çoğunlukla neleri doğru yaptıklarını incelemek istedim.

Liderler, peşlerinden sürükledikleri ile özdeşleşebildikleri kadar güçlenirler. Takipçiler, liderin kendilerinin geçtikleri yollardan geçtiğini, onlar gibi hissettiğini düşünmek isterler.  Liderlerinin de benzer acılar çektiğine, benzer sevinçler yaşadığına, benzer beklentileri ve ihtiyaçları olduğuna samimiyetle inanmak isterler. Bu inanç liderlerinin onların selameti için doğru yolu gösterdiğine olan tartışmasız kabul ve destekle güçlenir.

Liderler ancak bu özdeşlik bağını koruyabildikleri sürece, kalabalıkları sürüklemeye devam edebilirler. Kendilerini ayrıcalıklı görmeye başlar ve farklı bir yaşam tarzı benimseyip, içinden geldikleri kalabalıklardan kopmaya başlarlarsa, kalabalıklar da onlardan uzaklaşmak için zaman kaybetmezler. Artık takipçiler için (eski) liderleri, onların içinden gelen biri değil, dışarıdan biridir.

Gerçek liderlerin uzun süre destek görmeleri için sahip olamaları gereken başka bir  olmazsa olmaz özelliği de alçak gönüllüktür. Özgüveni tavana vurmuş bir lider, korku, kin ve nefretle yönetirse,  takipçilerinin sorgusuz sualsiz bu tarzı da kabul edeceklerini  düşünerek en büyük hatasını yapar. Tarih bu yaklaşımla çuvallamış tiranlar, diktatörler ve savaşçılarla doludur.

Karşıt sesler duymaya alışmamış sözde liderler, bu durum ortaya çıkınca şaşırır ve bocalamaya başlar. Kimsenin deşifre edemeyeceği, algılayamayacağını düşündüğü planlar yapar. Bu tavır değişikliği iddiasını da ‘esneklik’ kılıfıyla gizlemeye çalışır. Aslında, en sadık takipçileri bile onun ‘eskisi gibi’ olmadığını bilmektedir.

Özüyle lider olabilenler ise, her zaman açık, dürüst ve nettir. İnandığını söylemekten hiç çekinmemiştir ve çekinmemeyi sürdürecektir.  Söyledikleri basit ve anlaşılır olmaya devam edecektir.

Liderliklerini zorla devam ettirmek isteyen birçokları zamanla, onları başta lider yapan hedeflerine ulaşmak için tutkulu davranmayı, ihtiraslı olmakla karıştırmaya başlarlar.  İhtirasla saldırmak bir kısım takipçiler için cazip görünse de, büyük kalabalıklar için itici bir tavır olarak algılanması mümkündür.

Özüyle lider olanların sıkı sıkıya sarıldıkları bir başka özellik de, çevresindekileri asla aşağılamamalarıdır. Gerektiğinde kişilerin hatalarını uygun bir tarz, yer ve zamanda direkt olarak iletirler, bunu yaparken onları yerden yere vuracak, insan içine çıkamayacak bir duruma getirmeme konusunda hassas davranırlar.

Zorla lider olmaya çalışanları rahatlıkla ayırt edebileceğiniz belki de en önemli yaklaşımlardan biri de, ‘sürekli mazeret üretmeleridir’. Özüyle lider olanlar, her durumda ‘ben ne yapabilirim?’ sorusuyla çözüme ulaşmayı sorgularken, zorlayanlar ise olumsuzluklar için suçu atacak birilerini bulurlar.

Sözünü ettiğim özelliklerden yola çıkarak, sizlerin kimleri, zorla veya isteyerek, takip ettiğinizi veya kimlerin sizi niye takip ettiğini düşündüğünüze eminim. Herkesin liderlik etmek durumunda olduğu birileri olduğu varsayarak, hangi tip lider olacağınız konusunda kararı size bırakıyorum. Baskıcı, manipülatif, zorlayan lider mi, insanların duygularına dokunan, takipçileri için yılmadan çalışan vicdanlı lider mi olacaksınız?


Çok güldük, kesin başımıza birşeyler gelecek!

Yaşamın sürekli olumsuzluklarla dolu olduğunu, en kötü olasılıkların hep sizi beklediğini mi düşünüyorsunuz? Bu düşüncenizin doğruluğuna öylesine eminsiniz ki, ‘benim başıma gelecek olan henüz pişmiş tavuğun başına gelmemiştir’ diyerek mutsuz olmamak için, yaşadıklarınızla ilgili en kötü sonuca hazır olma eğiliminde misiniz?

Yaşadığınız olumsuzlukların sonunda ‘Ben ne demiştim? Biliyordum böyle olacağını… Her şey de beni bulur zaten’ demeyi alışkanlık haline mi getirdiniz?

Öyle ise tebrikler! ‘Negatif bakış açısıyla hayatını karartanlar’ ödüllerinde en azından mansiyon aldınız.

Bazılarınızın, ‘senin dünyadan haberin yok, ben olumsuz değil, gerçekçiyim. Etrafta dolaşan Pollyannalara da ayrıca fena halde takık durumdayım’ dediğini duyar gibi oluyorum. Yetişkin insanlara ‘öyle yapma, böyle yap’ diyecek kadar densiz olmadığım için yazının devamında ‘diğer bakış açısıyla, yani olumlu bakış açısıyla’ hayata bakmanın nasıl bir fark yaratabileceğini paylaşacağım. Hangi yöne gideceğinize dair son karar her zaman olduğu gibi, sizlerin olacak.

Duygusallığını genelde yoğun olarak yaşayan bir toplum olarak, düşünce yapınız ağırlıklı olarak ‘ya siyahtır, ya beyaz’ olarak şekillendiyse gerçekçilik iddiasından uzaklaştınız demektir. Biraz olsun olumsuzluk barındıran her durum siyah tarafa yığılan molozlar gibi sizi rahatsız edecektir.

Yağan her yağmurda yavaşlayan trafik, gününüzü berbat etmeye yetecektir. Zaman zaman kötü giden işler, moralinizi alt üst edecek, geleceğinizin de kapkara olacağına sizi inandıracaktır. Başka bir sebeple gergin olan ve size yeterince ilgi gösteremeyen bir kişinin, sizi sevmediğine ikna olmanız hiç de zor olmayacaktır.

Şüphesiz kapkara durumlar da hayatın gerçeğidir ama genelde yaşadıklarımızın hatırı sayılır bir bölümü grinin tonlarından sayılabilir. Gri rengin hangi tonunda olduğunuzu algılamanıza yardımcı olacak bakış açısı ise sakin kalarak hangi duygular içinde olduğunuzun farkına varıp durumun yarattığı sonuçları olabildiğince objektif olarak değerlendirmektir. Bunun için de alışkanlıklarınızı değiştirip, bilerek, isteyerek ve farkında olarak her durum için olumlu sayılabilecek sonuçları da düşünmeyi öğrenmeye acilen başlamak gerekiyor. Kolay değil ama mümkün.

Hazır farklı düşünmeye başlamışken, deneyimlerinizi olumsuz genelleme eğilimine de son vermekte yarar olabilir. Bugüne kadar çalıştığı iki işte aradığını bulamayan birinin, ‘ben doğru dürüst iş bulamayacağım’ diye iddia etmesine, yaşadığı olumsuz bir ilişki sonucunda kişinin ‘bahtsızlık benim şansım’ şarkısını söylemesi, doğru dürüst çalışmadığı bir dersten çakan öğrencinin ‘zaten çalışsam da bir şey değişmezdi’ diye iddia etmesi istatistik bilimini bile isyan ettirecektir.

Olumsuzlukları genellerken, olumlu sonuçları küçümsemek, önemsizleştirmek eğilimi varsa, bunu da değiştirmek için çaba harcamaya başlamakta yarar var. Günü iyi geçen bir satıcının, ‘kırk yılda bir oldu, uzun dönemde yine hedefleri tutturamayacağım…’ demesi, yöneticisinin başarılı olduğu bir konuda kendisini övmesini ‘daha önce aklın neredeydi’ diye düşünerek ciddiye almaması, beğendiği filmin başrol oyuncusunun bir önceki beğenmediği filmini hatırlaması gibi bir alışkanlığın huzur ve mutluluğumuza ne kadar katkı yapacağını tahmin etmek zor değildir.

Bazen de ortada ne fol ne de yumurta varken, kendi kendimize uygulamaya koyduğumuz kurallar ve çıkarımlar ya da ‘gerçekçi’ olmayan beklentiler yüzünden de kafamız karışabiliyor. Evrenden abartılı beklentileri olanlar, her konuyu planladıklarını düşünenler, olup bitenin kontrolünün kendilerinde olduklarına inananlar ne yazık ki genelde en ufak bir terslikte olumsuzluk kartını oynamak zorunda hissediyorlar. Hayat ise, hemen her konuda şaşırtmaya, sürprizler sunmaya devam ediyor. Kuralları bozulan, beklentileri karşılanmayan kişiler ise, ısrarla hayatın gerçeklerini reddetmeye devam ediyor. Sonuç, huzursuzluk, haksızlığa uğramışlık duygusu ve yaşamdan zevk alamama.

Şüphesiz, kişinin yaptıklarının farkına varıp bir günde değişmesini ve hayata farklı bakmaya başlamasını beklemek de ‘gerçekçi olmayan’ bir hedef. Bununla birlikte, minik adımlarla yürümeye başlamak, kasları güçlendirdikten sonra da koşmak kesinlike mümkün.

Olumsuza odaklanmayı bırakıp, olumlu tarafları görebilmek alışkanlığının faydalarını sonra ‘demedi deme’ diye hatırlatmak, geç olmadan başlayın diye paylaşmak istedim.


Manipülasyon kurbanı olmayın!

Konumuz, kişilerin kendi bilgileri dışında, farkında olmadan veya istemedikleri hâlde etkilenmesi veya yönlendirilmesi. Bu sürece ‘kirli ikna’ da diyebiliriz. Amacım, hiç olmazsa neye maruz kaldığımızın farkına varma ve gücümüz yettiğince mücadele etme konusunda gelişime destek verebilmek için bilgi paylaşımı.

Kirli ikna yöntemleri arasında en üst sıralara ‘Suçlama, suçlu hissettirme’ yi koyabiliriz. ‘Bunu nasıl söylersin?’, ‘Bana nasıl güvenmezsin?’, ‘Demek seni hiç tanımamışım…’ gibi suçlamaların geçerlilikleri olmasa bile, bizi iyi hissettirmeyecekleri aşikar.

‘Gözünü korkutma’ da, her yaşta kullanımı yaygın yöntemlerden biridir. ‘Ne oldu, beceremeyecek misin?’, ‘Hadi artık bir karar verin, verebilirseniz tabii..’, ‘Sen bilirsin!’ gibi yaklaşımlarla ‘aba altından sopa gösterilmekte’ ve maruz kalan kişiler mutsuz olmaya mahkum edilmektedir.

‘Ego şişirmek’ ise, görüntüde daha az zararlı gibi olsa bile, gerçek olmayan iddialar içerdiği ve samimiyetsizce yapıldığı sürece kötü niyet içermesi kuvvetle muhtemeldir. ‘İnanılmaz zeki bir insan olduğunuz belli, sizden kaçmaz yani…’, ‘Konuyu sizden daha iyi bilen kimse yoktur eminim…’

‘Kaybetme korkusu’ ise birçok insanın asırlardır baş etmeye çalıştığı, kişiyi hareketsiz bırakan ve sonunda da çoğunlukla pişman eden bir korkudur. Yöntem olarak kullanıldığında ise, ‘Bunu yapmazsanız, diğerlerini de kaybedebilirsiniz’, ‘Böylesine bir teklifi bir daha bulamazsınız.’ , ‘Bu senin son şansın gibi görünüyor, ona göre…’ gibi cümlelerle iç sıkma konusunda iddialı bir yöntemdir.

Çoğunlukla olumlu bir özellik olarak sunulan ‘meraklı olmak’, konu, yer ve zamana göre insanın kirli yollardan ikna edilmesi ile sonuçlanabilir. ‘Amaaan ne olacak canım, bir kere gelmedik mi dünyaya’, ‘Denemeden bilemezsin ki…’, ‘Gör bak çok eğlenceli olacak…’

Çoğumuz sevilmeyi çok seviyoruz. Etrafımızdakilerin bizi sevmelerinin değerimizi arttırdığına inanıyoruz. Bunu bilen bazı kötü niyetliler ise, ‘Aaaa bunu senden hiç beklemezdim, çok hayal kırıklığına uğradım’,  ‘herkes çok üzülecek, nasıl kabul etmezsin?’,  gibi klişelerle ‘kabul görmeme’ korkusunu içinize yerleştirip istemediklerinizi yapmanıza neden olabilecektir.

En acımazsız, en çok suistimal edilen yöntemlerden birini sona sakladım. ‘Eğer beni gerçekten sevseydin, böyle bir soru sormazdın.’, ‘Hadi ama beni sevdiğini ispat etmek için çok güzel bir fırsat değil mi?’, ‘Şimdi beni gerçekten sevip sevmediğini anlarız’. Sevgi gibi tertemiz, içten, belki de gezegeni kurtaracak bir duyguyu utanmadan alıp ‘sevgi ölçme testi’  olarak kullanmak sureti ile manipülasyona alet edenlerin sayısı hiç de az değil öyle değil mi?

Yukarıdaki manipülasyon araçlarına maruz kalmaktan tamamen kurtulmak, steril kalmak veya kirli ikna ile samimiyeti kesin olarak ayıracak bir yöntem benim bildiğim kadarıyla henüz bulunmadı. Yine de, olabildiğince dikkatli dinlemek, satır aralarını ve alt metinleri anlamaya çalışmak, karar vermek için acele etmemek, konu ile ilgili daha çok bilgi toplamaya çalışmak, duygunuzu tanımak ‘kirli ikna zararlısı’ ile mücadelede size yardımcı olabilir.

Sözün özü: Gaza gelmeyin!

 


Hoşgör Sen…

İnternet üzerinden radyo dinlemeye meraklı olanlara tavsiye edeceğim bir kanal var, RetroTürk. Popüler müziğimizin nereden nereye geldiğini ve yirmi otuz kırk yıl önce hangi konularda şarkılar bestelendiğini merak ediyorsanız memnun kalacağınızı söyleyebilirim.

Özellikle yabancı bestelere Türkçe sözler yazmanın yaygın olduğu dönemde, konu çeşitliliğinin şimdikinden çok daha fazla olduğunu söylemek mümkün. Bugünün çok satan kişisel gelişim kitaplarının o günlerdeki, varsa, eksikliğini olumlu hayat öğretileri ve önerileriyle dolu şarkıların doldurduğunu düşünmeden edemiyorum.

Şüphesiz olumlu hayat dersleri yanında, hayatın gerçeği acıları da anımsatan ve dinlerken ‘beterin de beteri varmış’ dedirterek rahatlatma yoluna giden sözler de mevcut. Dikkat edilecek ilginç olduğunu düşündüğüm bir başka yön de, bestelerin neşeli ve hareketli olmasının ya da tersinin sözlerin içeriğini çok etkilememesi.

Sözlerini çok takdir ettiğim bir sanatçı, Ali Kocatepe’nin yazdığı Sibel Egemen tarafından yorumlanan ‘Elveda Mutluluğum’ şarkısı da bunlardan beri. Topluluk halinde tempo tutarak da dinleyebileceğimiz bu şarkının sözleri beklenmedik şekilde karamsar.

Gençliğim tükendi kederle gamla
Sabahı görmedim çöken akşamla
Tek tesellim oydu yıllar boyunca
Tanrım neden dönmedi bana?

Olumsuz biten bir ilişkinin etkilerini bir türlü üzerinden atamayan, hayatını anlamlı hale getirmek için belli ki çözüm adına bir çaba göstermemiş, yaşadıkları için ‘bahtsızlık sendromu’ çektiğine inanan, durumunu değiştirmek adına harekete geçmeyip bahaneler bulan bir kişinin bakış açısı şüphesiz ki dinleyiciyi ‘aman ben de böyle olmayayım’ diye düşündürerek harekete geçirebilir.

Şarkı ilerledikçe umutsuzluk artıyor ve çıkış yolu olmadığına dair inanç güçleniyor.

Neden, neden başka biri, benden, benden aldı gitti?
Boşver bitmiş, kader böyleymiş
Elveda mutluluğum giden dönmezmiş.
Boşver bitmiş, kader böyleymiş
Hoşgeldin acılarım giden dönmezmiş.

Mutluluğu tek bir sonuca bağlamış olduğu için geleceğini de ipotek altına almış bu kişinin beklediği gelse bile kolay kolay toparlanamayacağını düşündüm doğrusu.

hosgorsen02

Karamsar düşüncelerin daha yoğun olduğu, insanlığa inancınızın azaldığı, tabir yerindeyse en beklemediğiniz insanlardan ‘kazık yediyseniz’, artık stresinizi yönetilmekte zorlanıyorsanız size bir şarkı önerim var. Fikret Şeneş’in sözlerini yazdığı ‘Hoşgör sen’.

Bilsen neler dönüyor şu garip dünyada
Arkadaşlık düşmanlıkla yanyana
Bazen sebep bir aşksa çoğu zaman da para
Değiştirir insanları hep bir anda

Öncelikle ‘herşey insan için’ söylemini hatırlayarak, karşılaştığımız durumlar ne kadar beklenmedik de olsa, çok da şaşırmamamız gerektiğini farkediyoruz. Kişisel hırs ve beklentilerin, çıkar çatışmalarının insan ilişkilerini nasıl etkileyebileceğini bir kez daha gözlemliyoruz.

Hiç bunları kendine dert etmeye değer mi
Şu kısacık ömürler yeter mi
Hiç bunları kendine dert etmeye değer mi
Şu kısacık ömürler yeter mi
Hoşgör sen affet gitsin aldırma
Büyüklük sende kalsın sonunda
Sen sarıl o sana sarılmazsa
Sen unut unutmazsa

Şarkının nakaratı ise tam bir hayat dersi. Hoşgörü, affetme, geçmişin esiri olmama, şimdinin tadını çıkarma, olumsuz duygulardan sıyrılıp stresini azaltma, insanlara şans verme gibi kişisel olarak bizleri mutlu edebilecek birçok öneriye sahip.

Hangimiz uğramadık sanki haksızlıklara
Dinle beni sakın uyma şeytana
Pişman oluyor herkes sonra yaptıklarına
Esir olma boş yere gururuna

Şarkının bu dörtlüğü de çok anlamlı. Yaşamda her olumsuzluğun kendisini bulduğunu ve bu konuda tek olduğunu düşünenleri uykularından uyandırıyor. İntikam duygusunun kişinin kendisine daha çok zarar verebileceğini ve ‘iyi insan olmanın’ uzun dönemde daha çok işe yarayacağını hatırlatıyor.

Benim mesajım da benzer, yaptığımız hatalardan, gördüğümüz haksızlıklardan ders aldıysak boş verin gitsin. Sonuçta siz çok kıymetlisiniz ve üzerinizden attığınız her gereksiz yük hayat yolculuğunuzda sizi daha da rahatlatacak ve hızlandıracak.


Koalisyon Müzakereleri Üzerine

Hazır koalisyon çalışmaları da sürerken, eğitimci olarak uzun yıllardır zevkle anlattığım müzakere teknikleri üzerine fikirlerimi paylaşmak istedim. Bu konularla fazlasıyla ilgili bir vatandaş olarak, ülkenin hızlıca hükümete kavuşması beklentimin yanı sıra, hükümet kurma aşamasında kullanılan teknikleri de heyecanla izlemekteyim.

Bir kaç yıl önce ODTÜ’de iş hayatına yeni atılacak dördüncü sınıf öğrencilerine müzakere teknikleri anlatırken, fiilen içinde bulunduğum iş hayatından akıllarına yer edecek örnekler vermiştim. Öğrencilerimin bir kısmı müzakerelerin nereden nereye gelebileceğini duydukları zaman şaşkınlıklarını gizleyemediler. Günümüz gençliğinin hislerini genelde samimi olarak iletmesi, fikirlerini net açıklamaları önceki jenerasyonun müzakere strateji ve taktiklerini anlamakta zorlanmalarına neden oluyordu.

Örneğin, kırmızı çizgileri konusunda çok hassas olduğunu, ‘asla ödün vermeyeceğini’ iddia eden kişilerin müzakere sonucunda neredeyse her kırmızı çizgisinin silindiğini ve bundan herhangi bir memnuniyetsizlik duymadığını defalarca gözlemledim. Bu durumda, sözü geçen ‘meşhur kırmızı çizgiler’ kavramının hemen hemen her müzakere kitabının ilk bölümlerinde yazan ‘yüksek başla, çok iste, dilin damağın kuruyuncaya kadar ‘hayır, olmaz’ de’ önerisine gönderme olduğunu tahmin etmek çok da densizlik olmaz sanırım.

Müzakere sürecinde en fazla üzerinde durulan konulardan biri de, güç algısıdır. Taraflardan birinin gerçekte ne kadar güçlü olduğunu mantıksal olarak verilerle açıklamaya çalışmak yetersiz kalabilir. Önemli olan o tarafın gücünü nasıl sunduğu ve nasıl algılandığıdır. Bu yüzden de, gördüğüm kadarıyla her parti süreç içerisinde ‘anahtar’ rolü oynadığını iddia etmekten geri durmamaktadır.

Çoğunlukla müzakerelere azami güç elde etme veya olası zararları en aza indirme amacıyla girilmesi bizim kültürümüz için sıklıkla görülen yaklaşımdır. Bu yüzden de, ‘Hep birlikte kazanalım’ varsayımı bizler için özde değil, genelde sözde daha ağırlıklıdır. Bu tutum karşılıklı güven ortamını oluşmasını zorlaştırır ve asgari müştereklere mecbur bırakabilir, yani taraflar ‘kardan zarar’ edebilirler.

Yine de, koalisyon kurulması konusunda ben oldukça ümitliyim, çünkü fazlasıyla bize ait ‘yumurta kapıya gelince, hallederiz’ müzakere metodu kurtarıcımız olarak beklemektedir. ‘En kötü şimdi kuralım, sonra yanlışları düzeltir, eksikleri tamamlarız’ formülüyle bu iş tatlıya bağlanır. Tahminim her zaman ki gibi kervanın yolda düzüleceği.


Risk almalı mı, almamalı mı?

Gelin sosyal bilimlere aykırı bir iş yapalım ve işin kolayına kaçıp risk alabilme kapasitesi yönünden kişileri en basit haliyle iki gruba ayıralım; rahatlıkla risk alabilenler ve risk almamak için sonuna kadar direnenler.

Risk alabilenler, aldıkları risklerin karşılığı olarak mutlaka çeşitli hatalar da yapıyorlar. Başarısız olma ihtimalleri çok yüksek olsa da girişimlerde bulunuyor ve tabir yerindeyse batıyorlar. Ama bu gruptaki kişiler risk almayı alışkanlık haline getirdikleri için düşseler de ayağa kalkıp yürümeye devam ediyorlar.

Risk alamayanlarsa risk alanlara bakarak “olacak iş mi, hiç yoktan başını derde soktu, nereden çıktı şimdi, ne güzel yaşayıp gidiyordu” gibi yorumlar yapmaktan geri durmuyorlar. Böyle yorumlasalar da, bazılarının için için öbür gruptakileri kıskandığını, zaman zaman keşke biz de harekete geçebilecek cesareti bulabilseydik diye hayıflanma ihtimallerinin yüksek olabileceğini düşünüyorum.

Risk alanlar için de hayat hiç kolay olmayabiliyor. Bazen öylesine gereksiz ve büyük riskleri alabiliyorlar ki bedelleri çok ağır olabiliyor.

Bu konuyla ilgili bir denge unsuru olması gerektiğini düşünüyorum. Sıfır risk gerçekte hayatın içerisinde olmayan bir olgu. Aslında evden hiç çıkmasanız bile hayata ilk adımınızı attığınız andan itibaren az ya da çok risk alıyorsunuz. Aynı şekilde, çalışmaya başladığınız andan itibaren iş hayatınızda da belli riskleri almak durumundasınız. Sonuç olarak risk kaçınılmaz bir durum.

Bugüne kadar risk almayıp da hayatını daha iyi hale getiren çok kişi olduğunu zannetmiyorum. Peki, risk almam gerekiyormuş diye de fütursuzca, kendini bilmeden, limitlerinin farkında olmadan mı hareket etmek lazım? Eh, tabii ki hayır.

Çok inandığım bir bakış açısı var. Beyaz ya da siyah çok güzel renkler ama hayat aslında grinin tonlarından oluşuyor. Hiçbir riskin karşılığı bedelsiz değil. Dolayısıyla mutlaka risk alacak bir cesaretiniz olsun. Riskler alırken beklentilerinizi bembeyaz sonuçlar üzerinde değil de, grilerde dolaştırırsanız mücadele gücünüz artabilir. Risk alırken alacağınız risklerin ölçülü ve hesaplanabilir olması da hayat yolunda işinizi kolaylaştıracaktır.

(Hayatımız Senaryo)


Hedef belirlemek gerekir mi?

Üzerinde beni fazlasıyla düşündüren bir söz var. “Kişisel hedeflerin belirli değil ise, hayatta hep başkalarının hedefleri için çalışırsın.”

Bu söze “ve bir gün bunu fark edersen, kendi hedeflerinin peşinden koşmak için çok geç olabilir” diyerek bir ek yapayım.

Hedefleri belli olanlar, o hedeflere ulaşmak için hangi kaynaklara ihtiyaçları varsa, ki bu kaynakların içerisinde başka kişiler de vardır, onları verimli kullanarak yollarına devam ederler. Eğer hedefleri belli olan kişinin hedefi, hedefi belli olmayan kişiye de tesadüfen hizmet ederse ne ala, ama etmiyorsa hedefsiz kişi sadece ve sadece ona hizmet etmekle kalır.

Doğrusu hayatında hiç hedefi olmayan birini hayal etmekte zorlanıyorum. Düşünsenize sabah uyandığında ne yapacağını bilemeyen, kendine veya sevdiklerine hizmet etmeyen bir kişinin zamanla hayattan sıkılacağı, belki de mutsuz, huzursuz olacağı ve hayatıyla ilgili ne yapacağını bilemeyeceğini dile getirmek çok da haksız sayılmaz.

İş hayatında hedeflere ulaşmaya çalışmak size kişisel gelişim alanında da yarar sağlar. Süreç içerisinde eksiklerinizin farkına varıp kendinizi geliştirmek adına doğru adımlar atmayı seçebilirsiniz.

Ayrıca “şu andaki uğraşım beni hedefime götürebilecek en iyi, en doğru uğraş mı?” sorusunu sormak da bize yarar sağlayabilir. Eğer bu sorunun cevabı “hayır” ise değerli dostlar, fazlasıyla zaman kaybettiğimizi söyleyebiliriz. Bir an evvel cevabı “evet” olan bir uğraş bulma yönünde harekete geçmemiz lazım.

Ek olarak, hedeflediğiniz amaca ulaşmanın nasıl bir haz verdiğini de unutmayalım. İnanması güç ama, hedeflerinizin belli olmadığı zaman belki de çok büyük başarılar ve gelişimler kaydediyorsunuz ve farkına varmadan, tadını bile çıkarmadan devam ediyorsunuz.

Kabul edelim ki, hedeflerimizi belirlerken bazen yanlışlar da yapabiliyoruz. Zaman zaman zihinsel limitlerimizin farkında olmuyoruz ve gerçekçi olmayan hedeflerin peşinde koşarak mutsuz da olabiliyoruz. Fiziksel limitlerimizin fazlasıyla farkına varabilirken, zihnimizin de limiti olabileceğine inanmıyoruz. Her inananın, Nobel alacak bir kitap yazamayacağını, Oscar’ı kazanacak bir film yapamayacağını, ülkeyi yönetmeyeceğini veya Tanrı parçacığını bulamayacağını kabul etmekte zorlanıyoruz ve neyimiz eksik diyerek, gerçekçilikten uzaklaşıyoruz. Yanlış anlamayın lütfen, “siz yapamazsınız demiyorum, istisnasız herkes yapamaz” diyorum.

Gelin hedeflerimizi belirlerken kendimizi zorlayacak, geliştirecek hedefleri gerçekçi olarak seçelim ve ulaştığımızda da tadını çıkaralım.

Hedefi net olarak belli olmayan kişi, nereye koştuğunun farkında olmayan atlet gibidir. Bitiş çizgisini geçse bile anlamsızca koşmaya devam eder.

Hedeflere ulaşmak için harcadığınız çaba ve bu yolda kaydettiğiniz gelişim de en az o hedefe ulaşmak kadar zevkli olabilir.

Doğru hedefler belirleyebilmek için kişinin zihinsel limitlerinin ve yetkinliklerinin de farkında olmasında yarar vardır.

(Hayatımız Senaryo)


‘İnsan’ olmak üzerine

Yakın zaman önce doğum günümü her yıl yaptığım gibi, genel bir muhasebe günü olarak değerlendirdim.

Olabildiğince samimi bir şekilde bir yıllık zamanımı nasıl geçirdiğim konusunda kendimi sorguya aldım. Bu sorgulama gerçekte çok daha sık oluyor ama doğum günleri hoş bir mihenk taşı görevini görüyor.

Hayattan beklentilerimin ne kadar gerçekçi olduğunu ve potansiyelimin bunlara yetip yetmeyeceğini uzun uzun düşündüm. Beni coşturan, enerjimi korkusuzca harcatan, insanlık değerleriyle örtüşen, sosyal çevreme ve topluma az ya da çok fayda sağlayan neler yaptım, neler yapabilirim diye sordum kendime. Ne gibi alışkanlıklarım bana fayda sağlıyor, neler beni frenliyor diye deneyimlerim üzerinde durdum.

Herkes mutlu olmak istiyor, ben de farklı değilim. Mutluluk yolunda, klişe bir tabirin iyi tanımladığı ‘doğru dürüst bir insan’ olmanın çok heyecanlandırdığını bir kez daha farkettim.  Şüphesiz bu hiç bitmeyecek ve kolaylaşmayacak bir yol ama ilerledikçe de iyi hissettiriyor ki, duygusal insanoğlu için gerçek bir eğlence.

Bana göre diyerek, bu yolda nelere dikkat edilmesi gerektiğini sıraladım. Listemi önem sırasına göre hazırlamadım.  Herkesin listesi kendine göre farklılıklar gösterebilir, bakalım sizlerin de onaylayacağı maddeler hangileri?

  • Hak yememek.
  • İnsanları ayırmadan değer verip adil olmak.
  • Çıkar elde etmek için değerlerinden ödün vermemek.
  • Saygılı, nazik, anlayışlı, yardımsever olmak.
  • Hayattan korkmamak, yeniliklere açık olup şans vermek.
  • Affedebilmek.
  • Hedeflere yürürken azimli, iradeli, kararlı olmak.
  • Hata yapmaktan çekinmemek, ders almayı bilmek. Bahane aramamak.
  • Gelişmek, dönüşmek için sürekli sorgulamak.
  • Kıskanmamak.
  • Belki de en önemlisi bol bol sevmek ve şükretmek…

Benim listemde olmayan önerilerinizi paylaşırsanız sevinirim.

Sevgiyle kalın…


‘Çok İstemek’ Yeter mi?

İnsan beyninin fazla yorulmamak, daha az enerji harcamak adına, hedeflerine ulaşmak için kolay yolu seçme eğilimi olduğuna dair bir çok araştırma mevcut.

Alışkanlıkların veritabanından en hızlı ve kolay yolu seçerek ilerleme isteği olduğunu düşünürsek, beynimizin seçtiği bu yol oldukça makul görünüyor. Ta ki, hedefler zorlaşana, yeni yöntem ve davranış ihtiyacı doğana kadar.

Bununla birlikte insanoğlu kolay yoldan vazgeçmemek için oldukça dirençli davranıyor ve bulabildiği en rahat yönteme bel bağlıyor. Bu yöntemlerden en bilineni de ‘çok istemek’.

İnternette yapacağınız kısa bir gezintide ‘çok istekli’ olmanın başarmanın en önemli formüllerinden biri olduğuna dair bir çok özlü söze rastlayabilirsiniz. Şüphesiz gerçekten istekli olan kişinin başarı yolunda karşısına çıkan engelleri aşabilmek için fazladan emek harcayacağını ve kolay kolay yılmayacağını tahmin etmek mantıklı olabilir. Benim meselem azimli, iradeli ve inançlı kişilerle değil, ‘sadece doğru mercilerden doğru şekilde isterlerse’ isteklerinin olacağına ikna olanlarla. Bu tip kolaycılar, ‘Şahane istedim, şimdi sabırla bekleyeyim de gelsin’ diye düşünerek hareketsiz duruma geçerler. Tanımlayamadığım bir düşünce yapısı ile çok uzun zaman ümitlerini kaybetmeden ve ‘hiç bir şey yapmadan’ bekleme başarısını gösterirler. Zaman zaman ‘bahtsız’ olduklarını düşünüp isyan etseler de, problemlerinin harekete geçememek değil, ‘doğru mesajla istememiş olmak’ olduğuna karar verirler ve aynı sarmala zevkle geri dönerler.

Etrafınıza dikkatle bakınız lütfen, çaba göstermek, emek sarfetmek, uğraşmak, didinmek yerine ‘sadece bekleyen’ birilerini mutlaka göreceksiniz. Şüphesiz, bedel ödemeye hazır olanların da, yani yılmadan çalışanların yüzde yüz başarı garantisi yok. Bununla birlikte, bekleyenlere nazaran çok daha büyük bir olasılıkla istediklerine ulaşacaklarını söylemek hayalcilik olmaz. Sonuca ulaşmasa bile bedel ödemiş insanoğlunun daha bilgili, deneyimli, hayata karşı dirençli olduğunu ve potansiyelini çok daha fazla kullanıp geliştiğini düşünüyorum.

Bekleyenlerden değil, harakete geçenlerden olmanız dileğiyle.


Başarının Olmayan Formülü

“Hayatta başarılı olmak” tam olarak tanımlanamamış oldukça göreceli kavramdır.

Kişileri “başarılı olmuş” diye tanımladığınızda; mutlaka birileri “efendim sizce başarı nedir, kişiye göre değişen bir durum değil midir? Neye ve kime göre başarı?” gibi bir sorgulama içine girebiliyor.

“Başarı Yolu” adlı bir radyo programı yapmıştım. Bir sohbet programı olarak olabildiğince net ve açık mesajları olan bir çalışmaydı. Programda başarı nedir diye hiç tartışmadık. Şu kadar konsantrasyon, şu kadar sevgi, şu kadar çok çalışma, bir tutam da hırs gibi bir formül arayışına girmedik. Onun yerine kendi kulvarında, kendi sektöründe, kendi mesleğinde öne çıkmış, kimilerini hemen herkesin tanıdığı, kimilerini ise hiç kimsenin duymadığı çok kıymetli bireylerle sadece sohbet ettik.

Kesin bir formül arayışında olmasak da, bu program sırasında konuklarımdan “başarı” konusunda çok şey öğrendim. Sohbetlerimiz dinleyicilerimizin de faydalanabileceği, bir çok mesaj içeriyordu. Örneğin, başarılı olmuş insanların kesinlikle ve kesinlikle uyguladıkları tek bir formül yoktu. Konukların ortak yanı, işlerini çok sevmeleri ve odaklanarak çalışmaları ve yenilgiyi asla kabul etmemeleriydi. Çoğunun başlangıç noktası, sanılanın aksine “sıfır” noktasıydı. Başka deyişle başarı basamaklarını tırmanmak için hiçbiri beşten, ondan, on beşten başlamamıştı. Oldukça zor sayılabilecek hayatları vardı. Hiçbirinin ulaşmaya çalıştığı ve gerçekleştirdiği hedefler kolay değildi. Başarma istekleri, başarısız olursam korkularından büyüktü. Hepsinin inancı vardı ve ümitlerini hiç kaybetmiyorlardı.

Başarı yolunda kişinin potansiyelini gerçekleştirmek adına çalışırken huzur duyması ve ümidini kaybetmemesi çok önemliydi. Belki de bütün bu hikayelerin sonunda alınması gereken mesajlardan en önemlisi buydu. Siz de lütfen ümidinizi hiçbir zaman yitirmeyin ve her daim yanınızda, sizinle birlikte yola devam etmesine izin verin.

(Hayatımız Senaryo)


Dileyene 24 saat ücretsiz eğitim

Yazının başlığı birçok kişiye internetin nimetlerinden bahsedeceğim algısı yaratmış olabilir ama konu internette ulaşabilceğiniz kaynaklar değil, hayat üniversitesinin bize öğretebilecekleri.

Üstelik yaşadıklarımızdan alabileceğimiz dersler gerçek anlamda ücretsiz.

Günümüzde gerçek anlamda ‘ücretsiz’ bir şey bulmak neredeyse imkansız. Rekabet gittikçe artıyor, insan ilişkilerinin kuralları değişiyor, hatta ‘iyilik’ adı altında yapılan ‘yatırımlar’ bir gün karşılığı alınmak üzere ajandalara not ediliyor! Yine de, görmesini öğrenen gözler için yaşadıklarımız gelişimimiz için eşsiz malzemeler sunuyor.

‘Öğrenmeyen insan’ için hayatın ne kadar zorlaşabileceğini tahmin edebilirsiniz. Benzeri olumsuz deneyimleri sürekli yaşamak, her yaşadığında stres dalgalarının altında kalmak, ‘bahtsızlık sendromu’nun arkasına gizlenmek, uzun lafın kısası kıymetli zamanını heba etmek.

‘Farkedebilen, değişen ve gelişen insan’ için ise yaşadığı her an potansiyel bir öğrenme fırsatı sunabiliyor. İletişime girdiği insanlar, gözlemlediği davranışlar, okuduğu haberler, izlediği filmler, dinlediği şarkılar kişiye uyanma imkanı verebiliyor. Gelişim heveslisi kişi davranış kalıplarının ve alışkanlıklarının farkına varıyor ve sorgulamaya başlıyor. Hangi davranışın nasıl tetiklendiğini keşfediyor ve değiştirmeye karar verirse işe girişiyor.

Bu yaklaşım bir yaşam tarzı haline gelirse, deneyimlemekten alınan zevk artıyor ve ekinde de iyi hissettiren hormonlar devreye giriyor.

Dilerseniz klasik ve etkili bir yöntemle bu bakış açısını da bir alışkanlık haline getirebiliriz. Şüphesiz her yaşadığınızdan ders almaya kalkarsanız bu sefer de takıntılı bir hale gelirsiniz ki amacımızın bu hale gelmek olmadığı malum.

Yaşadığınız bir deneyimi aşağıdaki soruları sorarak değerlendirdiğinizi düşünelim.

  • Bu deneyimi neden yaşamış olabilirim?
  • Bu deneyimden ne öğrenebilirim?
  • Bu deneyimden öğrendiklerim sonucunda neyi değiştirebilirim?
  • Bu deneyimi diğer alışkanlıklarımla nasıl ilişkilendirebilirim?

Bu sorular konuyla ilgili daha derine inmenizi ve düşünmenizi sağlayacağı için sonuca gitme olasılığınızı da arttırabilecektir. Var mısınız denemeye?

Hayat üniversitesinin hiç bitmeyen derslerinden maksimum fayda sağlanamanız dileğiyle…


Akışa Bırakmak…

“Kendini akışa bırakmak”…

Doğrusunu isterseniz kulağa çok hoş geliyor ve birçok kişi bu yaklaşım tarzını en azından bir süreliğine uygulamak için çaba gösteriyor.

“Akışa bırakmak” yaklaşımıyla gerçekte ne anlatılmak isteniyor hiç düşündünüz mü? Yaşam aslında beklenmeyenlerle doludur. Bu nedenle karşılaştığınız durumlar size çok büyük sürprizlermiş gibi gelmesin. Olumlu ya da olumsuz durumlarla karşılaştığınızda isyan etmeyin, çıldırmayın, kendinizi kaybetmeyin ve bu durumun varlığını kabul edip, onunla beraber hayatınıza devam etmeye çalışın. Çok güzel bir fikir değil mi?

Maalesef bu konuyu yanlış anlayan arkadaşlarımız da mevcut. Onlar akışa bırakmayı, hiçbir şey yapmamak, çaresizce beklemekle karıştırıyorlar.

Diyorlar ki, “yeni felsefeme göre kendimi hayatın akışına bıraktım”.

Onu anlıyoruz da, sormadan duramıyoruz, “İş yerinde fazla çalışmıyormuşsun?”

“Gereği yok ki” diyorlar. “Kendi akışı içerisinde zaten devam ediyor.”

“Ama sosyal ilişkilerinde de çaba harcamıyorsun” diye ekliyoruz.

“Sorun değil akışına bıraktım zaten her şey olacağına varır” diye yanıt veriyorlar.

Keşke bu kadar basit olsa sevgili dostlar. Kendimizi akışa bırakabilmenin bazı şartları var. Öncelikle bulunduğumuz durumla ilgili elimizden gelen her şeyi yapıp yapmadığımızı kontrol etmeli, emin olmalıyız. Vicdanınızla yüzleşin ve şu basit soruyu sorun lütfen. “Ben bu konuyla ilgili bilgim, deneyimim dahilinde olan ve zaman içerisinde ulaşabileceğim bütün kaynaklardan topladığım verilerle yapabileceğimin en iyisini yaptım mı? İçim rahat mı?” Bu sorulara cevabınız olumlu ise koyuverin gitsin. Her şeye rağmen ortaya olumsuz bir durum çıkarsa, onu da olduğu gibi kabul ederek ilave çözümler üretin.

Durumla ilgili elimden gelen her şeyi yaptım mı? Bu soruyu sıklıkla kendinize sorup, cevabıyla yüzleştikten sonra “evet” diyebiliyorsanız, sizi rahatlıkla “işte huzurlu ve akışa bırakmış bir insan” diye adlandırabiliriz.


Stresi Çok Ülkemin Çocukları

Tahmin ettiğiniz gibi sizlerle ülkemizde fazlasıyla bulunan stres kaynaklarıyla ilgili gözlemleri paylaşacağım.Tahmin ettiğiniz gibi sizlerle ülkemizde fazlasıyla bulunan stres kaynaklarıyla ilgili gözlemleri paylaşacağım.

Bununla birlikte ilgi alanlarımız; ekonomik belirsizlik, hukuk sistemindeki problemler, eğitimdeki çaresizlik, demokratik sistemin sallanması, genel güvenlik ve huzur düzeyindeki azalma gibi beklenen konular değil. Meselemiz, benin gibi sıradan bir vatandaşın, herhangi bir büyük şehirde kabul edilebilir bir kalitede yaşamaya çalışırken sıklıkla yaşadığı küçük ama oldukça etkili şeyler.

Bizdeki trafik tanımıyla gelişmiş bir ülkedeki trafik tanımı arasında ciddi bir fark olduğunu düşünüyorum. Bizim sürücülerimiz en kısa sürede en çok trafik ihlalini başarabilme konusunda motive olmuş durumda. Hemen hepsi ‘günün en kötü sürücüsü’ adayı ve bunu hak etmek için de her hareketleriyle diğer sürücülerin stres kaynağı olarak yolları resmen işgal ediyorlar. Geçiş üstünlüğünün her zaman kendilerinde olduğuna inanmalarının yanı sıra, sınırsız korna çalma, bulunduğu her yere park edebilme, hız yapma ve özellikle de en sağdan en sola, en soldan en sağa dönme konusunda kendilerine izin veren özel trafik kanunu maddeleri olduklarını düşünmeleri bu insanları kaçınılmaz stres kaynaklarının başlarına taşıyor.

Saygısızlık ve toplum içerisinde yaşama kurallarına uymama konusunda sınır tanımayan bazı kişiler ise medeni hayatın gerekliliği ‘kuyruğa girme’ alışkanlığına kesinlikle karşı çıkıyorlar. Ülkemizde sıraya girmesi gerektiğinde diğer bekleyenleri aptal yerine koyarak nasıl önlerine geçileceği konusunda uzmanlaşmış olduğunu düşünen birilerini bulmak hiç de zor değildir. Bu ülkede inanılması zor ama herkesin işi acildir. Herkesin görevi Türkiye’yi ve dünyayı kurtarmaktır! İşte bu duyarsız ve saygısız kişiler bizleri buna inandırdıklarını düşünecek kadar şuursuzdurlar.

Kalabalık ortamlar doğası gereği iletişim kurmanın zorlaştığı ortamlardır. Buralarda bulunmayı daha da çekilmez hale getirenler ise, dünyanın kendi etraflarında döndüğünü düşünüp kulakları zorlayacak şekilde bağıra bağıra konuşanlardır. Herkesin mecburiyetten kendilerinden başka kimseyi ilgilendirmeyeceği konuları dinlemek zorunda kalmalarından hiç rahatsız olmazlar, tabii ki yarattıkları stresin farkında değillerdir.

Yukarıda belirttiğim örnekleri arttırmak mümkün de, bu stres kaynaklarının olumsuz etkilerinden korunmak mümkün mü? Şüphesiz tam etkili 60 derece güneş kremi benzeri bir metoda sahip değiliz. Bununla birlikte, stresin etkilerini azaltmak için yapabileceklerimiz mevcut. Bu kaynaklar içerisinde değiştirebileceğimiz veya olumlu yönde etkileyebileceklerimiz varsa ne ala, hemen harekete geçelim, vakit kaybetmeyelim. Geri kalan, etki alanımız dışında kalıp etkilenme alanımıza giren, konular için ise durumu olduğu gibi kabul etmek ve farketmemeye başlamak, kaynaktan olabildiğince uzaklaşmak, bizi etkilemeye başladığında nefes veya zihinsel tekniklerle sakin kalmaya çalışmak gibi metodları kullanabiliriz. Sorulması gereken esas soru ise, stresi yaşarken en çok kime zarar verdiğimizin farkında olup olmadığımızdır? Bu süreçten en çok olumsuz etkilenecek kişinin kendiniz ve çevrenizdekiler olduğunu unutmayacağınıza emin olarak hepimize irili ufaklı bütün stres kaynaklarıyla mücadelenizde başarılar dilerim.


İflah Olmaz İyimser; İnsanoğlu…

İnsanlar verdikleri kararların sonuçlarını değerlendirirken aşırı iyimser davranıp, var olan riskleri nedense görmezden gelme eğiliminde oluyorlar.

Yakından takip etmeye çalıştığım Prof. Daniel Gilbert ‘in konuyla ilgili araştırmaları okurken, insanoğlunun aslında ne çok peşin hükmü olduğunu bir kez daha hatırlama fırsatım oldu.

Çoğumuz başkalarının yaptıkları ile ilgili daha başarılı risk değerlendirmeleri yaparken, konu kendimiz olduğunda ‘toz pembe bir gözlük’ takıyor ve hatalı sonuçlara varabiliyoruz. İlgilendiğimiz konularla ilgili sadece işimize gelen, duymak istediklerimizi duyuyor, karşıt görüşleri filtrelerimizde eritiyor, geçit vermiyoruz. Bizi desteklemeyen her görüşe sağır kalıyor, hatta bu görüşleri ileri sürenlerden uzak kalmaya çalışıyoruz.

Aslında insanoğluna da hak vermek lazım. Yaşadığımız çılgın ortamda vereceğimiz bir çok karar beyaz veya siyah renkler gibi net olarak anlaşılamıyor. Konuyla ilgili farklı görüşleri dinlerseniz, ortaya adını koyamadığınız grinin bir tonu çıkıyor. Günde yüzlerce karar vermek zorunda olan insanoğlu da kendini daha fazla zorlamayıp geçmiş alışkanlıklarının ve bakış açısının esirinde kalarak doğru olduğuna inandığı yanlış kararları tekrar etmeye başlıyor. Olumsuz sonuçları yaşadığında değişmek yerine ‘bir dahaki sefere düzelir’ inancıyla badireyi atlatıyor ve tutarlı bir şekilde peşin hükümlerinin cezasını ödüyor.

Mutsuz olacağı aşikar ilişkilere giriyor, huzursuzluğu garanti işlerde çalışmaya devam ediyor, gereksiz arkadaşlarla en kıymetli zamanlarını harcıyor, istemediği yerlere gidiyor, tatmin duygusu bir saat sürmeyecek alışverişler yapıyor, devam ettiremeyeceğini tahmin etse de dayanamayıp süreklilik isteyen hobilere el atıyor, birbirinin neredeyse aynı günleri ‘bir gün iyi olacak’ iyimserliği ile yaşayıp duruyor.

Bu sarmal tabii ki kaderimiz değil. İlk şart her gün aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklemeyi bırakmak olmalı. İflah olmaz iyimserliğimizi değişebileceğimize, dönüşebileceğimize ve gelişebileceğimize olan inancımızı ve emeğimizi sürekli hale getirmek için kullanmalıyız. Zorlandığımızda, ümitsizliğe düşmek yerine iyimserlik kartımızı oyuna sürüp, ‘bu hayat benim, onu en iyi şekilde geçirmek hakkım, bunun için de bedel ödemeye hazırım’ diyebilmek ne kadar da umut dolu ve huzur verici olurdu, öyle değil mi? Profesör Gilbert’in dediği gibi madem genetik yapımız böyle, gelin bu özelliğimizi sadece nefes almadığımız, aynı zamanda kana kana yaşadığımız bir hayat için kullanalım.


Birilerini kıskanarak huzura kavuşan kimseyi tanımadım…

Toplumumuza sıkça duyduğumuz, aslında evrensel bir duygu olan bir tür kıskançlıktan bahsedeceğim,

“Ah, bende olsaydı” kıskançlığı. Sürekli birileri hakkında “Yahu ne şanslı insan, ondaki ses, dış görünüş, yetenek, imkânlar bende de olsaydı” şu an kim bilir nerelerde olurdum inancı. Durumu iyice abartıp “ben o ailede dünyaya gelecektim ki” gibi afaki konuşmalar yapan, şikâyetçi tipleri gözlemleyebilirsiniz .

Bu arkadaşları etrafındakilere “kardeşim, bazıları doğuştan şanslı, ben ne yapayım? Benim de imkânım olsaydı, ben de başarılı olurdum” diye iddia edip hayıflanırken gözlemleyebilirsiniz.

Merak ettiğim, bu durumun gerçek olduğunu iddia edenlerin, bir kanıya varabilmek için şanslı dedikleri kişilerin hayatlarını ayrıntılarıyla inceleyip, incelemedikleri… Şans denilen durum aslında fazlasıyla görecelidir. Biri için şans sayılabilecek bir durum, belki de diğerinin hayatını zorlaştıran bir olgu olabilir. Kim nasıl bilebilir ve emin olabilir ki?

Gelin bu işi toptan çözelim ve başkalarıyla ilgilenmeyi bırakıp, bu dünyaya gelirken bize verilen kendi kullanım paketimize, kendi malzememize bakalım. Güçlü yönlerimiz neler? Bunların tamamen farkında mıyız? O güçlü yönleri daha güçlü hale getirmek için yeterince çabaladık mı? Çabalayıp sonuç alamadık da mı, bu kadar söyleniyoruz?

Dedim ya, hadi gelin gerçeklerle yüzleşelim. Sevgili dostlar, hiç kimsenin malzemesi tamamen çürük veya eksik gelmiyor. Mutlaka ve mutlaka geliştirilecek, güçlü yönler var. Yeter ki gerçekten isteyelim, güçlü yönlerimizin farkına varalım, azim ve irademizle o yönler üzerinde çalışmaya devam edelim.

Dolayısıyla bu günden sonra ne yapıyoruz? Başkalarıyla değil, sadece kendi güçlü yönlerimizle ilgileniyoruz.

 


Gerçekçi Tutum

Amaç hedeflere ilerlemekse, karşımıza çıkan her türlü durumu hayatın gerçeği olarak kabul etmek zorundayız. Hiç havaya girmeyin, sizden önce de, sizden sonra da milyonlarca insan sizin geçtiğiniz yollardan gitti ve gidecek. Onlardan tek farkınız sizin algınız olacaktır. Koskoca evrenin sizin üzerinde döndüğüne inanacak kadar olayı kişiselleştirmeyin.

Hayatta karşılaşılan olumsuz bir durumu abartmak, inkar etmek veya hakkında söylenmek sadece zaman kaybıdır. Kaybettiğiniz “zaman” sizin sağlığınızla birlikte sahip olduğunuz en kıymetli kaynaktır. Ne olursa olsun yerine konması mümkün değildir. O zaman yapılması gereken de bellidir, ana kuralımız “en az şikayet, en hızlı çözüm” olmalıdır. Düşüncemizi odaklamamız gereken tek konu çözüm olmalıdır.

Özel olmak fark yaratmak  mı istiyorsunuz, diğerlerinden öne çıkmak mı istiyorsunuz,  sözünüzün dinlenmesini mi istiyorsunuz, hiç durmayın “çözüm odaklı” olun.  Maalesef çevrenizden o kadar mızmızlık eden ve söylenen insan olacak ki ister istemez farkı yaratacaksınız. Beklenmedik bir durumun içine düştüğünüzde, “nasıl oldu da düştüm” sorusunun cevabını bulmak için hiç zaman harcamayın. Önceliğiniz “bu durumdan nasıl çıkarım” sorusu olmalıdır. Çözümü bulduktan, durumu kurtardıktan sonra istediğiniz kadar “neden düştüm” sorusu üzerinde vakit harcayabilirsiniz. “Dur bakalım ne olacak” diyenlerden değil, trafikte kaldığında vakit geçirmeden randevusunun zamanını değiştirmeye çalışan, yatırımları ters gittiğinde “en az zararla nasıl kurtulurum diyen, sosyal hayatında aksilikler olduğunda gecikmeden profesyonel yardım alan, yani terslikleri farkeder etmez  hemen üstüne gidenlerden olun.

Bir de olaya farklı bir açıdan yaklaşalım. Diyelim ki, bir sabah kalkıyorsunuz ve kendinizi çok iyi hissediyorsunuz. Hava tam istediğiniz gibi. Birlikte yaşadığınız kişiler o sabah nedense çok neşeli, herkes birbirine sevgi sözcükleri söylüyor. Kahvaltıda en sevdiğiniz yiyecekler var. İşe veya okula gitmek için yola çıkıyorsunuz. Otomobil, servis veya toplu taşım aracındakiler de aynı mutluluğu paylaşıyorlar, herkesin yüzü gülüyor. Bu arada trafik her zamankinden çok farklı. Karşılıklı saygı içerisindeki sürücüler yüzünden en ufak bir korna sesi dahi duymadan normalden daha önce gitmek istediğiniz yere varıyorsunuz. O gün iş veya okul arkadaşlarınız size çok daha fazla ilgi gösteriyorlar. Sohbet ediyorsunuz hepsi sizi çok iyi dinliyorlar. Derken patronunuzu/öğretmeninizi görüyorsunuz, yanınıza geliyor. İşte bu an “bahtsızlık sendromu” na sahip kişilerin en çok sorguladıkları an oluyor. Hemen akıllarına “eyvah, kesin bir terslik var, hayat bu kadar iyi olamaz” endişesi takılıyor. Ama tam tersine hayat bu kadar güzel ve daha da güzel olacak. Yanınıza gelen kişi sizi övmeye başlıyor. Patronunuz/öğretmeniniz  sizin kadar iyi birini tanıdığı  için çok şanslı olduğunu söylüyor. Sizinle aynı ortamda bulunmaktan gurur duyduğunu, eğer bu fikrini bugüne kadar yeterince gündeme getirmediyse çok üzgün olduğunu söylüyor ve sizden onu mazur görmenizi rica ediyor. Şimdi ne hissettiniz, şoka mı girdiniz, rüyamda görsem inanmam mı dediniz. Ama hepsi gerçek… Bu muhteşem gün her geçen dakika daha da iyiye gidiyor. Örneğin her derse gelen öğretmen sizi ayrı övüyor, hatta bazıları dayanamayıp bir de yanaklarınızdan öpüyor. Patronunuz önünüzden geçerken sizi alkışlıyor, “bir numarasın” şeklinde mesajlar atıyor. İş ve okul arkadaşlarınız da benzer davranıyorlar. Sizi iş için arayanların hepsi o kadar nazikler ki, bir konunun halledilemeyeceğini söylediğinizde dahi kızmıyorlar hatta kızmadıkları gibi suçu da siz üzülmeyesiniz diye üzerlerine alıyorlar. Bütün gün aynı davranışlar ve akış devam ediyor. Hiç kimse sizi üzmüyor tersine mutlu etmeye çalışıyor. Bulunduğunuz ortamda en ufak bir problem çıkmıyor.

Nasıl, az sonra ters bir şey olacak paranoyası hala devam ediyor mu? Hiç heveslenmeyin, bu senaryoda  hayatınızda en ufak bir pürüz olmayacak. Her sabah aynı tarzda uyanacak, işine gidecek gün boyunca insanların takdirlerini dinleyecek ve evinize döneceksiniz. Yüceltilme işleminiz evdekiler tarafından  icra edilmeye devam edecek. Doğru söyleyin ne hissediyorsunuz? Şahane mi? Yoksa, her gün böyle bir hayatın bir zaman sonra sıkıcı olacağını mı? Belki bir gün, belki bir hafta, belki daha uzun bir süre ama eninde sonunda herkes böylesine kusursuz bir hayatta sıkılacaktır. Çünkü insan evladına “rahat batar”. Hayatımızda en ufak bir pürüz olmazsa genlerimizdeki mücadele edip hayatta kalabilme hazzını başka nasıl “yaşayabileceğiz ki…

O yüzden, lütfen karşılaştığınız zorluklara, eğer olmasalardı hayatın ne kadar manasız olacağını düşünerek yaklaşınız. O zorluklar emin olun ki kendimizi iyi hissettirmek üzere varlar. Her yenilen zorluk özgüvenimizi parlatır, öz saygımızı yukarı çeker. Artan özgüven ve özsaygı yaşamımızın her alanında çok daha verimli olabilmemiz ve ilişkilerimizi en iyi şekilde yönetmemize yardım eder. Bırakın şikayeti tam tersi teşekkür edin, iyi ki zorluklar var da, biz de varlığımızdan zevk alıyoruz.


Bahtsızlık mı, Beceriksizlik mi?

Diyelim, önümüzdeki Cumartesi günü sizin için çok önemli bir görüşmeye gideceksiniz. Bu görüşmenin kiminle yapılacağı hayalini size bırakıyorum. Buluşma nedeniniz ister yıllardır peşinde koştuğunuz ve sizinle buluşmayı sonunda kabul eden bir karşı cins olsun, ister çalışmak için hayallerinizi süsleyen şirketin gönderdiğiniz 15 özgeçmişten sonra beklediğinizden de iyi bir pozisyon için sizi çağırdığı görüşme olsun.

Bütün hafta boyunca “o an” a kendinizi odakladığınızı düşünün, telefonlar, mesajlar ve düşünceler hep aynı konuyla ilgiliydi, yani Cumartesi günkü buluşma…

Görüşmenin yapılacağı sabah en janti kıyafetlerinizi giymiş, çok sevdiğiniz ve sadece hafta sonları kullandığınız küçük ama “sizin” aracınızla yola çıkmaya hazırsınız. Normalde gideceğiniz yere, hele bir de Cumartesi günü olduğu için ulaşmanızın en fazla yarım saat süreceğini biliyorsunuz. Ama siz işi şansa bırakmama eğilimindesiniz ve her ihtimale karşı bir saat önce yola çıkıyorsunuz. İçiniz neşe dolmuş durumda, en sevdiğiniz şarkı aracınızın radyosunda çalıyor, hava tek kelimeyle mükemmel. Bugün keyfinizi kimse bozamaz,yoksa bozabilir mi?  Eğer siz de “bahtsızlık sendromu” çeken Türklerdenseniz bu an itibarıyla çoktan bakalım ne terslik çıkacak diye düşünmeye başlamış olmalısınız. Doğru söyleyin lütfen başlamıştınız değil mi?

Yolunuzun üzerinde hafta içleri trafiği oldukça sıkışan ama hafta sonları problem yaratmayan bir geçit var. Müziğe eşlik ederek heyecanla yolunuza devam ederken bu geçide doğru geliyorsunuz ve o da ne? Karşınızda manasız ve nedeni belli olmayan bir sıkışıklık var. Araçlar neredeyse duruyor. Sağa sola bakınıyorsunuz ama bir şey anlayamıyorsunuz. Ama yine de içiniz rahat, ne de olsa erken çıkmışsınız. Bu sırada önünüzde umursamaz olduğu aracında çaldığı müzikle alakalı kafa hareketlerinden belli bir şoförün olduğunu farkediyorsunuz.  Bu adam o kadar rahat ki, zaten milim milim ilerleyen trafiğin farkında değilmiş gibi sürekli önüne başka araç geçmesine izin veriyor. O izin verdikçe de, trafik daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor.

Bu durumda  ne yapardınız? Selektör mü çekerdiniz, kornaya neredeyse direksiyonu delecek gibi basar mıydınız, aracınızdan çıkıp öndeki şoföre girişir miydiniz, yoksa dayanamayıp arkadan tamponuna değdirir miydiniz, ya da kendi kendinizi mi yemeye başlardınız? Unutmayın ki, kaçırma olasılığınız olan randevu belki de hayatınızın akışını tamamıyla değiştirebilecek. Gerçekten çok zor bir durum değil mi? Bu arada bazı okurlarımızın “sinirlenmenin gereği yok, telefonumu açar gecikeceğimi söylerim” veya “şerit değiştirirdim” dediğini de hissedebiliyorum. Senaryoda onlar için de bir hoşluk hazırladım. Diyelim ki telefon ettiler ve sakin bir şekilde gecikebileceklerini ilettiler. Ama o ne, karşıdaki kişi durumu hiç de sakin bir şekilde kabul etmeye niyetli değil ve sizi bu görüşmeyi yeterince ciddiye almamakla itham ediyor. Şerit değiştirmek ise neredeyse imkansız çünkü önünüzdeki kişinin rahatlığı yüzünden devasa bir kamyon yanınızda aracınızdan sadece 5 cm uzakta sizi sıkıştırmış durumda. Şimdi ne yapacaksınız peki?

trafik01

Bu sırada trafikte az da olsa bir açılma olur ama önümüzdeki densiz hala hareket etmekte gecikmektedir. Ne acıdır ki, artık kaçacak başka şerit de kalmamıştır, çünkü yol tek şeride düşmüştür. Yavaş da olsa önünüzdeki araç harekete geçer. Sabrınız tükendiği için sizde kontrolünüzü kaybederek hızlanmaya kalkarsınız ve çarparsınız. Sonuç; maalesef hasar büyük olmasa da ortada bir kaza vardır. Hem görüşmenizi kaçıracak hem de arkanızda bulunan yüzlerce aracın sürücüsünün “hayır duasını” alacaksınız, ayrıca kim bilir polis ne zaman gelecek. Bu sırada önünüzdeki aracın sürücüsü hiç istifini bozmadan cep telefonuyla konuşmaya devam etmektedir.

Böyle bir durumda en sakin olanımız bile neye kızacağını bilemez duruma gelir. Yeterince erken çıkmadığı ve kontrolünü kaybettiği için kendine mi? Binlerce araba varken sizin önünüze denk gelen umursamaz sürücüye mi? Bir haftadır görüşmek için sabırsızlandığınız kişinin anlayışsızlığına mı? Yol çalışması yapan karayollarına mı? Şerit değiştirmenizi engelleyen devasa kamyona mı? İşte çoğu Türkler, böyle bir durumda kaldıklarında yukarıda bahsettiğim herkese ve her şeye sövdükden sonra akıllarına ne kadar “bahtsız” oldukları gelir.

O kadar bahtsızlardır ki, kader bir gün olsun onlara gülmemiştir. Hatta hayatları boyunca gün yüzü görmemişlerdir. Etraflarındaki hiç kimsenin bu kadar şanssızlığı yoktur. Yukarıda anlattığım basit bir trafik sıkışıklığı durumu bakınız nelere yol açmıştır. Çoğumuzun kabul etmekte zorlansak da, sıklıkla başvurduğu ve inandığı bu düşünce alışkınlığına “bahtsızlık sendromu” diyebiliriz.

Bahtsızlık sendromuna göre  yaşayanlar bütün evrenin kendilerini zor durumda bırakmak üzere çalıştığına inanmışlardır. Bahsettiğimiz olayı incelediğimizde, ilahi güçlerin sırf o kişiyi geciktirmek için yol çalışması yaptırdığını, trafiğin tarihte ilk defa bir Cumartesi günü sıkıştığını, bunlar da yetmezmiş gibi milyonlarca araç arasından sırf onu gıcık etsin diye önündeki aracın özenle seçilerek oraya getirildiğini samimiyetle düşünürler. Bu düşünce yapısına göre ilahi güçlerin hiç bir işi yoktur ve kafayı onlara takmıştır. Dayanamayıp bir de olayı genellerler ve “ben ne talihsiz, ne bahtsız bir adamım…bir gün de benim yüzüm gülsün, el alem ne yapsa başarıyor ben bir yerden bir yere bile gidemiyorum” benzeri kişisel aşağılamalara da girerler.

Sonuç; bozulan moral, azalan tolerans, kötümser bakış açısı ve başarısız ilişki yönetimi. Başka bir deyişle kendi kendini yok eden bir sistem. Yazık değil mi, kendi ipinizi kendiniz çekiyorsunuz. Hem de sizi üzenlerin zerre kadar umurunda ve farkında olmadan. Boşu boşunuza kendinizi harap etmeye değmez değil mi? Sakın ben böyleyim değişemem demeyin, siz kendinizi değişmeye ikna edemezseniz başkalarını nasıl ikna edeceksiniz?

Bu durumda başlangıç noktamız kesinlikle biz olmalıyız. Unutmayalım ki, hayattaki tek gerçek algımızdır. Olaylara bakış açımız nasılsa biz oyuz. Nasıl hissediyorsak öyle davranırız ve karşımızdakilere sözlü iletişimi bile kullanmadan mesajımızı veririz. Öncelikle kendimizi ikna edici bulmuyorsak başkasını nasıl ikna etmeye çalışabiliriz ki. Gelin şu “yedisinde neyse yetmişinde de o” deyişini işimize geldiği gibi yorumlamayalım.

Öncelikle gerekiyorsa “değişebileceğiniz” konusunda bir anlaşma yapalım. Tabii ki genetik kodlarla gelen karakteristik özelliklerden bahsetmiyorum. Sadece alışkanlıklardan, yani sonradan öğrenilmiş/kazanılmış  düşünce kalıplarından bahsediyorum. Nasıl bir alışkanlık zamanında kazanılmışsa, zamanı gelince  aynı şekilde yerine yenisi konabilir. Zaman, “bahtsızlık sendromu” nun yerine “gerçekçi tutum” u koymanın zamanıdır.

Trafik hikayemizin hayatla ne kadar benzerlik gösterdiğini farketmişsinizdir. Herkesin bir yola çıkma nedeni vardır. Bir kere yola çıktıktan sonra durmak mümkün değildir. Zaman zaman dinlenebilirsiniz ama duramazsınız, sadece gitmek istediğiniz yeri değiştirebilirsiniz. Aynen gerçek hayatta olduğu gibi sizi alıkoyacak, engelleyecek hatta yolunuzu değiştirmek zorunda bırakacak durumlar olacaktır. Önemli olan bu durumlar karşısındaki tutumunuzdur. Her zorlukta “bahtsızlık sendromu” nu yaşamaya devam ederseniz, gitmek istediğiniz yere yaklaşamazsınız bile.


Başarılı bir iletişimci, kelimelerle söylenmeyeni duyandır.

Hay bedenim tutulaydı da ne dediğim anlaşılmasaydı!

Konumuz sözsüz iletişimin en pazarlanabilen ürünü “beden dili”. Piyasa da ellinin üstünde  bu konuda yazılmış Türkçe kitap var. Beden dilinin öneminin %90’lara dahi çıktığını iddia eden yazarlar var. Ben de iddia ediyorum ki, ortada  “tek” bir oran yoktur.  Önem verme oranları genelleme yapılamayacak kadar kişiden kişiye farklılık gösterecektir.

Aslında beden diliyle ilgili en kritik olay, bütün insan evlatlarının kullandığı mimik ve jestlerin yanı sıra tamamıyla biz Türkler’e de ait birçok hareketin olduğudur. Benim en sevdiğim hareket elin avuç açık, parmaklar bitişik  olacak şekilde havaya sertçe kaldırılmasıdır, adeta “ne var kardeşim” der gibi. Gözünüzde canlandı değil mi? Öyle iyi tasarlanmış bir jesttir ki, adeta bütün duygu ve düşüncelerimi anlatmamıza fayda sağlar. Kızdığımızda daha sertçe bu hareketi yapar, ekinde de “ne diyorsun sen be” cümlesini sarfederiz. Birine neşeli bir şekilde uzaktan hatrını soracağımız zaman da benzeri bir hareketi yaparız. Bu sefer parmaklar daha rahattır ve el daha yavaşça yukarı çıkmıştır. Çaresiz kaldığımızda da bu hareket devreye girer. Yalnız bu sefer iki el havaya kalkmıştır.

Ben bahsi geçen bu  hareketin yurdum insanları tarafından her türlü algılanabileceğini çok heyecan verici şekilde test etmiş biri olarak derim ki aman siz siz olun olur olmaz yerde veya açıklamak için çok geç kalma riski varsa bu hareketi yapmadan iki kere daha düşünün.

Üniversiteye yeni girdiğim yıllarda  bir gün babamın Renault 12 TS arabasını çalmış Ankara’da geziyordum. O zamanlar saçım olması gereken yerde yani başımda  ama aklım henüz havalardaydı. Akdeniz Caddesinden Anıt Kabir istikametine gidiyordum.  Yol Ankara’yı bilenlerin  gözlerinde hemen  canlanacaktır. Bu cadde oldukça geniş bir yoldur ve her yön üç şerittir.  Tam Anıttepe stadının yanından bu caddeye ince bir sokak bağlanırdı. İşte bu yolda ortalama bir hızda ilerlerken o bahsettiğim sokaktan bir Murat 124 fırladı. Ben en sol şeritte olduğum için fazla bir tehlike atlatmadım ama tam önlerinden geçerken, yeminle söylüyorum “olacak iş mi” duyguları içerisinde elimi hafifçe havaya kaldırdım ve yoluma devam ettim. Yaklaşık 200 metre ileride trafik ışıklarında durdum. Olay benim için çoktan bitmişti. Ama ne yazık ki diğer araçtaki arkadaşlar için yeni başlıyordu.

İçimden bir ses, ki bu sesi hiç unutamadım, bana “aynaya bak” dedi. Dikiz aynasına baktığımda benden dört beş araç arkada durmuş Murat 124’ten dört kişinin pörtlediğini gözlerime inanmak istemesem de gördüm. Pörtlemek fiilini, aynen yepyeni bir diş macunu tüpünü tam ortasından acımadan sıktığınızda, macunun nasıl fırlayacağını anlatmak için de  kullanabilceğinizi hatırlatmak isterim. Özellikle arka taraftan fırlayan iki arkadaşın ellerinde itinayla tornada çektirilmiş ve bu tip durumlar için ön koltuğun altına saklanmış copları görünce nasıl bir ruh hali içerisine girdiğimi herhalde daha ayrıntılı anlatmama ihtiyaç yok sanırım. Konusu ben ve ailem olan garip savaş çığlıkları atarak bana doğru koşmaya başladıklarında havada olan aklım hızla yerine geçti ve beynim alternatifleri sıralamaya başladı.

Erkek adam kaçmaz ve savaşır. Meali, arabanın dışına çık ki, dört kişiden kalıcı hasarlı bir sopa yiyebilesin, eğer yaşarsan torunlarına anlatırsın.

Arabanın kilit sistemine güven  içeride kal ve adamların gitmesini bekle. Meali, kapıyı açamadıkları için ellerindeki sopalarla kaportayı nasıl yamulttuklarını seyret ve babana durumu nasıl açıklayacağını düşün. Kilitler dayanmazsa birince seçeneğe dön

Işığın kırmızı olmasına aldırma ve arabayı sür. Meali, başka bir araba çarpsa bile vereceği hasar dört kişiden yiyeceğin dayağın hasarından daha az olacaktır. Hem kaza olursa belki acıyıp dövmeden bırakırlar.

Ben üçüncü alternatifi seçtim ve tam beni yakalamak üzereyken gaza bastım. Diyorum ya, o gün bir şekilde koruma altındaydım ve kavşağı sağ salim geçmeyi başardım. Daltonlar çetesi ben aniden hareket edince ne yapacaklarını şaşırdılar ve son gördüğümde arabalarına doğru koştular. Film gibi hatırlıyorum, ilk sokaktan Bahçelievler’e dalıp izimi kaybettirmeyi başardım. On dakika sonra takip edilmediğimden emin olup arabayı sağa çektiğimde, kalbim adeta göğüs kafesime tekme tokat girişmiş durumdaydı. O kadar çok adrenalin salgılamışım ki, normale dönmem birkaç saatimi aldı.

O günden a ldığım dersler;

  1. Araç kullanırken ne olursa olsun “el kol” yapma.
  2. Beden dili önemlidir (belki de bizim yazarlar haklı!!), yurdum insanı bazı hareketler konusunda çok hassastır.
  3. Babamın arabasını gizlice almak benzeri  bir iş çevirirken göze batmamak için sana ne tacizde bulunurlursa bulunsun bağrına taş bas.
  4. Sözsüz iletişim konusunu araştır.

Yani sözün özü, o gün beni dövmeye azmeden dört arkadaş olmasaydı,  bugün bu yazıyı yazamıyor olacaktım.

Beden dili konusunda dikkat etmezsek hayatımızı zehir edecek çok önemli bir ayrıntı da, karşımızdaki kişinin verdiği mesajı yorumlarken bedenin o mesajı ne kadar çok teyid ettiğine bakmaktır. Örneğin herkesin bir yerlerde okuduğu “kolların kavuşturulması iletişime kapalı olmaktır”  bunun da başka bir açıklaması yoktur tarzında bir masalın, sizi etrafınızdakileri o konumda gördükçe ruh hastası yapmaması için “iletişime kapalı” insan evladının bedeni başka neler yapar konusunda bilgi  edinmeniz gerekmektedir. Aynı şekilde herhangi birine ilgili, ilgisiz, sinirli, rahat, gitmek istiyor, gelmek istiyor, yalan söylüyor vb yorumlar yapmadan onu tepeden tırnağa incelemeli ve doğruları yakalama yüzdemizi arttırmalıyız.


Durmalı İnsan Bazen

Durmalı insan bazen, çılgınca koşmayı bırakmalı, dinlendirmeli ruhunu… Etrafında olup bitenin farkına varmalı. Deneyimlerini hatırlamalı, neyi neden istediğini anlamaya çalışmalı. Başkalarının değil kendi değerlerinin peşinde koşmalı. Özel ve tek olduğunun bilincine varıp tadını çıkarmalı hayatın.


23 Nisan

Hayalleri, düşünceleri sınırsızdır çocuğun. Olumsuz şartlar bile kolay kolay ümidini kıramaz. Gelecek endişesi bilmez, belirsizlikten haberi yoktur, yaşadığı anın tadını çıkarmaya bakar.
Zorlandığında ve üzüldüğünde en doğal tepkileri verir, ağlar, isyan eder ama uzatmaz. Olumsuzlukların hayatını karartmasına izin vermez. Az veya çok elinde ne varsa iyiliklerin farkına varır.

Bu özel gün 23 Nisan’da, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımızı içtenlikle kutlarken, zamanla kaybedilmeye yüz tutan çocuk ruhumuzu da hatırlamak iyi olmaz mı?

Anlaşılamamak mı, Anlatamamak mı ?

Zaman zaman ‘kimse beni anlamıyor’ diye şikayet ediyoruz. Düşündüğümüzde, tersi durumlarda da sıklıkla karşılaşabildiğimizi fark ediyoruz. Karşımızdakinin mesajı için ‘ bir şeyler söyledi, bir şeyler anlatmaya çalıştı ama anlayamadım’ diyebiliyoruz. Sonuç olarak, iletişimde problemler yaşıyoruz.

Bir çok araştırma da yaşadığımız problemleri doğrular nitelikte. Örneğin bir araştırma, günlük konuşma içerisinde yüzde yetmiş civarında yanlış anlaşılma riskinden bahsediyor. Düşünebiliyor musunuz, on tane konudan bahsediyorsunuz, bunların yedisi yanlış anlaşılmış olabiliyor. Kendinizi ancak yüzde otuz ifade edebilmiş durumda buluyorsunuz. Tabii ki araştırmalar çeşitli ve bizler sadece bu iddianın üzerinde durmak zorunda değiliz. Yine de, bir gerçeği yansıtmadığını söylemek mümkün değil.

Problemimizin adı ‘iletişimsizlik’ veya başka bir değişle ‘ başarısız iletişim’. Bu sorun, geçmişte de vardı, günümüzde de var. Hatta önlem almazsak gelecekte de varlığını dozunu arttırarak sürdürecek.

Bu yüzden de vakit kaybetmeyelim, ve hemen problemimizle yüzleşelim. Bu konuda başarımızı arttıracak neler yapabiliriz diye düşünmeye ve uygulamaya başlayalım. Birinci maddeye de, ‘herşeyi karşıdan bekleme’yi yazalım. Bu çok önemli bir maddedir sevgili dostlar. Öncelikle, ‘ben kendimi nasıl daha iyi ifade edebilirim?’ sorusunu sormak lazım. Haksız mıyım? Bu konuda daha başarılı olmak için de karşımdaki kişiye saygı duymam, ona değer vermem ve onunla uyum sağlayıp kendimi onun anlayabileceği şekilde ifade etmeye çalışmam lazım. Yani başka bir deyişle, sonuç alıncaya kadar üşenmeden, sıkılmadan, bıkmadan kendimi daha iyi ifade etmek üzerine çalışmam lazım. Dolayısıyla iletişimde başarı için birinci adım, ‘ben ne yapabilirim?’ diye aynaya bakmaktır. Bundan sonra diğer adımlar, biraz daha hızlı ve kolay olacaktır. Unutmayalım ki, ancak anlaşıldığımız kadar varız!


Tembellik

Bugün karşınıza çıkanlara şöyle bir soru sorun “Çalışkan biri misiniz?” Bu sorunuza “yoo tam tersi tembelin önde gideniyim hatta çok çalışanlara da bilakis kıl olurum” diyebilecek bir aslan çıkar mı sizce?  Herhangi bir problemle karşılaştığınızı varsayalım. Problemin birden fazla çözüm yolu var, hangisini seçersiniz ? Doğal olarak en kolay yolu, değil mi? Neden mi, çünkü hepimiz özümüzde tembeliz de ondan.

Şaka bir yana, çoğunluk insan evladının hayallerini neyin süslediğini düşünelim. Büyük olasılıkla ortada hangi hayal olursa olsun sonucu gezmek, dinlenmek ve eğlenmekle biter. Yılbaşı piyangosunu kazanırsa ne yapacağı sorulan kişilerin yanıtları kopyalanmış gibidir. Öncelikle kendim ve ailem için ev, araba, vs gibi yıllardır hayalini kurduğum alışverişleri yapacağım. Sonra ihtiyacı olanlara yardım yapacağım (bu seçimin arkasında iyilik yapmak için yanıp tutuşma güdüsünden çok, kötü gözlerden ve kıskançlardan korunma amacı sezilebilir). Bunları da yaptıktan sonra ya parasını bankaya koyup rantiye olacaktır ya da birkaç mülk daha satın alıp kira geliriyle yaşamını sürdürecektir. Bir kişinin de çıkıp kazandığım parayla yatırım yapıp, iş imkanları yaratacağını, ihracata katkıda bulunacağını ve bundan sonraki hayatında daha da çok çalışması gerekeceğini iddia ettiğini hatırlamıyorum. Amaç hep aynı, öyle çok param olsun ki hayatım boyu yatabileyim. Bu arada siz, üreterek o kadar çok para kazananların  hayatlarını para yiyerek ve yan gelip yatarak geçirdiklerini  gözlemlediniz mi? Hayır, değil mi? Hatta genelde daha da çok çalıştıklarını hayretle izlediniz değil mi? Artık ne ders alınacaksa hep beraber alalım. Kimlerin başarılı olma konusunda fark yarattığına dikkat edelim.

Her evladımızın köşeyi dönmek için bir formülü, bir projesi vardır ama ne yazık ki fırsat bulamamaktadır. Bin bir zorlukla biriktirdiği parasını sırf normalden fazla kar etme olasılığı var diye, en spekülatif hisse senedine yatırmaktan çekinmez. Ya da, aynı tembellik içgüdüsüyle, başarılı olan  işlere en ufak bir fark yaratmaksızın yatırım yapar. Bir cadde de yeni açılan cafe tutarsa, üç ay içerisinde sağında, solunda, az ilerisinde benzerlerinin açıldığını görürsünüz. Tabii ki, fikir yaratmak konusunda bile tembellik eden beyinler, işletmecilik konusunda da sınıfta kalırlar ve ilk açılan yerin değerini arttırmaktan başka bir fayda sağlayamayıp yok olup giderler. TV dünyasında da bunun örnekleri çok fazladır. Her yayın döneminde bir eğilim öne çıkar; sitcomlar, yarışmalar, polisiyeler, mafya dizileri vs. Hemen her kanal ve yapımcı benzer bir projeye el atar. Genelde de bu tip projelerin %80’i maalesef batar gider. Düşünün ki, hediye alırken bile tembellik edebiliyoruz. Bizim için birileri hediye paketleri hazırlıyor, biz de gidip seçiyoruz. Sırf seçmek vakit alacak diye, çiçek alırken bile önceden hazırlanmış aranjmanlardan alıyoruz .

tembelik02

Teknolojinin en önemli amacı da bu değil mi, bizi daha az çalıştıracak çözümler bulmak. Benim için bunun tepe noktalarından biri “pasif jimnastik” denen modaydı. Hanımlar forma girmek için bir şeyler yapmaları gerektiğinin farkındaydılar ama bir yandan da üşeniyorlardı. Ortaya “pasif jimnastik” denen bir kavram çıktı. Yapmanız gereken hareketleri makineler sizin için yapıyorlardı, siz de sadece orada bulunup makineye bağlanma zahmetine katlanıyordunuz. Muhteşem teknoloji değil mi? Yattığınız yerden zayıflama… Şimdilerde de ismini bile telaffuz edemeyeceğim, yine çabasız, ve yatmalı,  zayıflama ve incelme yöntemlerinin ucu bucağı yok.

İş hayatınızda başarılı olmak istiyorsanız etrafınızdakilerin işlerini nasıl kolaylaştırabileceğinizi düşünün. Onları ne kadar tembelleştirebilirseniz o kadar vazgeçilmez olursunuz.

Biz yine de içimizdeki  “tembel insanı”  motive edelim.

Tembelin Seyir Defteri adlı video serimiz iş hayatına ayrı bir bakış açısı getiriyor. Tembelin bakış açısını… İsterseniz bir göz atın…